Risale-i Nur’un tahrif edildiği iftirasına cevaplar.

Akit Gazetesi’nin “Risale-i Nur’da büyük tahrifat” başlıklı haberi Nur talebeleri tarafından büyük bir infialle karşılandı.

Benzer iddialar geçmişte de gündeme getirilmek istenmiş ancak Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerinden Abdülkadir Badıllı ağabeyin ayrıntılı çalışması ile yalanlanmıştı. Prof. Ahmet Akgündüz, Badıllı ağabeyin çalışmasını tekrar hatırlattı.

Aynı cevabı “Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursi” adlı eserinde belgeleriyle cevap verdiğini ifade eden Akgündüz, “tahrifat iddiacılarının yüzüne çarpıyorum” dedi.

BEDÎÜZZAMAN’A AİT BAZI ESKİ ESERLERİNİN TAHRİFİ İDDİASI VE BU İDDİALARIN ASILSIZLIĞI

Bu konuda Abdülkadir Badıllı’nın kaleme aldığı eser ve makaleler, başkalarının kalem oynatmasına ihtiyaç bırakmamıştır. Bilindiği gibi, Bedîüzzaman’ın daha ziyade Münâzarât, Dîvân-ı Harb-i Örfî ve Nutuk isimli eserleri tahrif iddialarına konu edildiğinden ve bu mezkûr eserlerin tamamı, 1918 yılına kadar neşredilen eserler arasında yer aldığından, konuyu Badıllı’nın kitaplarından ve makalelerinden özetleyerek alacağız.

Bedîüzzaman âhir ömründe külliyatta bizzat tashihat yaparak son şeklini vermiştir ve Latin harfleriyle tamamını bastırmıştır. Ancak bazı ağabeylere, kendi zamanında bastırma-dığı bazı risale ve eserlerin sonradan neşredilmesine dair müsaadeleri olmuştur. Bedîüzzaman’ın tarzına, tavsiye ve vasiyetine uygun olarak neşredilen eserler tahrif edilmiş anla-mına gelmez. Tahrif, ortadan kaldırma, asıllarının yerine başka fikir ve düşünceleri ikame etme anlamına gelir.

Bedîüzzaman’ın kendilerine vasiyet ettiği ve eserleri neşretme müsaadesi verdiği tale-belerinin meşveretle yaptıkları neşir ve basma meselesi yukarıda izah edilen tahrif mana ve muhtevasına girmez. Bilakis, neşir, basım, yayım, tavzih anlamınadır. Ancak Bedîüzzaman’ın meslek ve meşrebine muhalif bazı cereyanlar var ki, onlar bazı cümle ve kelimeleri tahrif ederek külliyatı ve üstadı âlet edebilirler. Bunlar maalesef her zaman mevcuttur. Bizlerin bu cereyanlara ve fraksiyonlara karşı dikkat ve itinalı olmamız icab eder. Bunlar ise, malum ve azınlık teşkil eden gruplardır. Ancak, külliyat artık dünya insanlarının malı olmuştur.

Klasik ve orijinal hale gelmiş olan eserler âdeta her tarafta bulunmaktadır. Bu sebebe binaen, ne kadar menfi düşünceler, faaliyetler ve tahrifler olsa da, aslına zarar vermez. Çün-kü bu eser, artık klasik hale gelmiş ve orijinal olarak dünyaya tamim edilmiştir. Artık iyileri kötülerden, faydalıları, tahrifat ve zararlılarından ayıracak olan, insanların muhakemesi, ciddiyeti, itinası ve hassasiyetidir.

Ortada Risale-i Nur’lar tahrif olmuştur diye bir iddia var ve yıllardır devam ediyor. Bu iddiayı ortaya atan iddiacılar, gazetelere ve TV’lere konuşuyor. Delillerin tümü rivayet ve rivâyet edenler de kendileridir. Bedîüzzaman’ın, Muhammed Sıddık bey ile ilgili iddia edilen rivayeti başta olmak üzere hiç bir rivayet için kaynak ve delil göstermemiz mümkün değildir. Baştan sona delil ve ispat mesleğini takip eden risalelerin, gizli bir şekilde bir çuvala konup ve üstadın birinci derecede bir talebesi olmayan birisine gizli vermesi ile delilsizliğe mahkûm edilmesini kabul etmek elbette kolay değildir.

Böyle bir iddia, muhtelif lahikalardan aldığımız aşağıdaki ifadelerle tamamen tezad teşkil etmektedir. Risale-i nur hizmetini ilgilendiren en ufak bir meseleyi dahi abilerin meş-veretine havale eden bir üstadın, hizmetin esası olan nur külliyatıyla ilgili en önemli bir meseleyi diğer bütün abilerden gizli bir şekilde halletmesini beklemek, üstadımızı çelişkili davranmakla ittiham etmek demektir ki; bundan da Allaha sığınırız.

Bedîüzzaman’ın Bazı Eski Eserlerinden Kürd ve Kürdistan Kelimeleri Çıkarıldı mı?

“Kürdi” ifadesi yerine, “Nursi”; “Kürdistan” yerine, “Şark” yahut “Vilâyât-ı Şarkıye” ke-limelerini bizzat Bedîüzzaman koymuştur. Bunun örnekleri ekte neşredeceğimiz üç Risâle-nin aslında görülebilir. .Mahkemelerde, hâkimler bilerek ve kasdi olarak “Said-i Kürdi” diye-rek hitap ediyorlar.Zira onlar, bunu kürtçülük şekline yorumlamak suretiyle insanları Bedîüzzaman’dan uzaklaştırmayı hedefliyorlardı. Bedîüzzaman ise, her seferinde bunu izah ediyor. Risalelerde tahrifat diye ifade edilen hususlar, bizzat Bedîüzzaman’ın tassarrufundan geçen ve Bedîüzzaman’ın değiştirdiği ifade-lerdir. Bunun hikmeti ise birilerinin oyununa gelmemek için tedbir almaktır. Yoksa, hiç bir nur talebesinin, başka bir etnik kimliği ne inkar etmesi ve ne de ön yargılı davranması mümkün değildir.

Bedîüzzaman’ın eski eserleri de, yeni eserleri de baştan başa nur ve huzur vermektedirler. Çünkü kaynakları İslâm’ın aslî pınarıdır. Taşkın hissiyat karışmadığı için, daima sırat-ı müstakim rehberliğinde neşv ü nema bulmuşlardır. Nitekim Bedîüzzaman, “İki Mekteb-i Musibetin Şehâdetnâmesi” eserinde, yani 31 Mart 1325 hadisesi münasebetiyle dehşetli olan Divan-ı Harb-i Örfî Mahkemesi paşalarına karşı son derece merdane savunması içeri-sinde bu husus için şöyle demiştir:

Ey paşalar zabitler! Cemî’-i kuvvetimle derim ki, cerîdelerde neşrettiğim umum ma-kalâtımdakı umum hakaika nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazî canibinden asr-ı saadet mahkemesinden adaletname-i şeriatle davet olunsam; neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatınm modasına göre bir libas giydireceğim. Şayet müs-takbel tarafına, üçyüz sene sonra tenkidat-ı ukala mahkemesinden tarih celbnamesiyle celb olunsam; yine bu hakikatleri -tevessü’ ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber- taze olarak orada da göstereceğim. Demek, hakikat tahavvül etmez, hakikat haktır. İşte Bedîüzzaman’ın şu kat’î ifadesi, bizce mes’eleyi kökünden halletmiştir. Çünkü o, sırrınca, Peygamber mirasçısı olduğu için, havadan konuşmamak, hissiyatın taşkın tesirleri altında ifadede bulunmamak hakikatından nasibini almıştır.

Öyle ise Bedîüzzaman, 1908’lerde neyi konuşmuş, neyi yazmışsa, aynısıyla hak ve hakikat olduğu ve el’an da ve hatta kıyamete kadar da o hakikat, lüzum-u kat’îsinin bütün ci-hetleri ve çıplaklığıyla ortada olduğu gibi; o tarihten otuzüç yıl sonra, yani 1951’lerde aynı o hakikatleri, tevessü’ ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamak, ya da hâs ve husûsî iken, umumileştirmek ve bir nevi cüz’iyyetten külliyete çıkarmak gayesiyle ufak tefek bazı tasarruflarla yeniden tashih ederek neşrettiği şekliyle de elbetteki haktır, hakikattir ve yerindedir. Mesela diyelim; eskiden yazılmış bir eserinde hâs olarak “Kürd” kavmine hitap ettiğin-de, İslâmî milliyet çerçevesi içerisinde milliyetçilik hislerini tahrik edip intibaha getirmek niyetiyle, Rüstem-i Zâl ve Selahaddin-i Eyyûbî’lerin isimlerini yâd etmiş iken, şimdi aynı o eserini yeniden neşrettiğinde, Türk kavmini de aynı hislerden uyandırmak için Barbaros Hayreddin Paşa ve Celaleddin-i Harzemşah vesairenin isimlerini de beraber zikretmesiyle, meselemizin özünü ortaya koyduğunu görüyoruz.

Yoksa, bazılarının zannı gibi, Bediüzzaman’ın eskideki nutuk, makale ve kitaplarının ihtiva eyledikleri büyük, derin ve zarurî olan o hakikatler, bilahere -az üstte izahı yapılmış tarzı ile- onun bazı tasarruflarına uğramış olmasıyla, arz-ı felata (yani çorak arazi) atılmış demek değildir. Bil’akis o eski eserlerinin dile getirdikleri aynı o hakikatler, bugün daha çok kuvvetlenmiş, şiddetlenmiş ve behemehal icabların yapılması zarurî hale gelmişlerdir.

Demek ki onlar, bugünkü halleri ile bir tevessü’ ve inbisat kaziyesi mucibince bir yamalamaya tabi tutulması söz konusudur ve hususîlikten umumîliğe, cüz’îlikten küllîliğe terakki etme ve ettirme durumu vardır. Bu durumların icabına göre de, bir tasarrufu gerektirecektir. Nitekim de öyle olmuştur.

Hal böyle iken, Hazret-i Bediüzzaman’ın o eski eserleri bir çok yerlerde ve kütüphane-lerde ilk vaziyetleriyle ve çokça bulunmaları karşısında, yine de tahrifden bahsetmek, tamamen kötü niyete dayanmaktadır. Nitekim Hazreti Üstad, “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnâmesi” eserini tashih ve tasarruflardan sonra, son şekliyle tab’ettirmek için Ankara’ya gönderdiği zaman, onun başına şu yazıyı ilave etmiştir. Aziz Sıddık Kardeşim, bu tashihli tarzı hâs dostlar meşveretiyle teksir edebilirsiniz. Bu musahhahın bir suretini İnebolu’ya gönderip, eski harflerle kabil ise teksir edilebilir. Madem eski zamanda iki defa tab’ edilmiş, kimse itiraz etmemiş… Hem ilişmek ihtimali bulunan bazı kelimeler de değiştirilmiş ayn-ı hakikat bir risaleciktir. Hâs dostların tensibiyle, fakat sıhhatine tam dikkat etmek şartıyla neşredebilirsiniz. Eski zamandan ziyade bu zamanın tam bir dersi olabilir. Said-i Nursi.

Bu mevzuda pek mühim ve son derece ciddî bir husus daha vardır, o da şudur: 1908’lerden 1914’e kadarki geçen zaman akışı içerisinde gelişen ibret-âmiz hadiselerle ve Birinci Harb-i Umumî’nin tarrakalarının ihtar ettiği derslerle, Hazret-i Üstadın o zamanlarda birinci derecede yürütmek istediği ve pek çok ehemmiyetle üstünde durduğu husus, Osmanlı camiasında İslam milletlerinin ve Alem-i İslâmın içtimaî ve büyük hizmetleri merhalesini bir derece askıya almış ve ona, o günden itibaren artık üçüncü, dördüncü derecede bakarak, talî hizmetler sırasında bırakmış desek, yanlış etmiş olmayız tahmin ediyorum. Zira o zat, mezkûr zamanlar şeridine takılı olan hâdisatı ve içindeki esrarengiz ve desiseli inkılapları gördü, ibret ve ikaz derslerini aldı.. Ve bütün kuvvetiyle ve tamam kanaatiyle müslümanların iman ve akidelerinin takviye ve tahkim hizmetinin her şeyden önce elzemiyetini anladı ve bütün himmet ve gayretiyle ona el attı. Hem İslâm milletlerinin tek ve yegane kuvvet kaynaklarının iman ve din kardeşliği içindeki tevhid ve ittihad olduğunu tamamıyla anladı. Bunun da, iman ve akideyi tahkim hizmetinden sonra, her şeyden önceki elzemiyetini gördü. Bu yüzden o koskoca Hazret-i Bediüzzaman, mezkûr iman ve İslâm hizmeti ve uhuvveti hizmetlerine çekirdeğinden başlamak üzere, bütün himmetiyle iman, akide, uhuvvet ve tevhid hizmetlerinin unvanı olan Nur Risalelerini te’lif ve neşretme vazifesine koyuldu. Bu hizmetin dağdağasız ve selamet ile yürütülebilmesi için de, siyasî ve içtimaî mes’elelerden tamamen elini çekti. Onun yerine iman ve Kur’an hizmetinin çerçevelediği hareketler yörüngesine girdi.

İşte, bu zaviyeden Bediüzzaman’a bakıldığı zaman, elbette denilebilir ki; Onun o eski tasavvurundaki hizmetleri daima kendi makamında ve zemininde hak, lâzım ve yerinde olan şeyler olmakla birlikte, bunları bir kaç derece geri iten işler vardı ki; umum âlem-i İslâmı alakadar eden ve müşterek malı olan iman ve akideyi takviye hizmetlerinin dağdağasız yürütülebilmesi hatırına binaen, eskideki içtimaî hizmetleri askıya aldı. Yani bilfiil onları takibten bir derece geri kaldı. Hatta o eski hizmetlerinin yeniden derhatır olup da, otuz-kırk sene sonra arasıra müteveccih olduğunda da, yine iman hizmetinin meslek ve meşrebine göre bir renk ve bir ayar verdi ve ona göre tanzim etti. Evet, bize göre şu birinci maddenin aslî izahının kısacası böyledir ve bu kadardır.

Nüsha Farkları; Risale-i Nur’un Tashihine Ait İzin ve Ruhsat Belgeleri

Nüsha farkı, Kur’an müstesna olarak hemen hemen her kitabda mevcuddur. Hattâ Kur’an’ın lâfız ve kelimeler cihetinde nüsha farkı yoksa da, kıraat tarzında çeşitli telaffuz şekli vardır. Hem, Ehl-i Sünnet Ve-l Cemaatın yanında Kur’an’dan sonra en makbul ve muteber sayılan Buharî-i Şerif’de dahi bazı nüsha farkları bulunmaktadır. Buharî’nin İstanbul baskılı Osmanlı nüshasının kenarında bu nüsha farklarına işaretler konulmuştur. Bu böyle olunca, elbette Risale-i Nurlarda da nüsha farkları olacaktır. Bu farklar sadece kelimelerde değil, cümlelerde hattâ satırlarda da olması gayet tabiîdir. Sâir kitablardaki de öyledir.

Evet, Risale-i Nur kitablarının nüsha farkları vardır, fakat aynı ma’nada ve aynı teradüfte ayrı ayrı kelimelerden ibarettir. Çünki, Müellif-i Muhterem uzun zaman tashih vazifesinde yüzlerce, binlerce risaleyi tashih ederek bu kelimeleri ilâve etmiştir. Böylece Üstaddan musahhah elyazma me’haz eserlerde de bazı nüsha farkları bulunmaktadır. Bu me’haz eserler, nâşirlerce muhafaza edilmektedir.

İşte şimdi biz bu gerçeğin delil ve belgelerini arzetmeye çalışacağız. Daha sonra da nüsha farklarının keyfiyeti hakkında ve nasıl ve nerelerde vâki’ olduğunun şekli üzerinde isbatlı bir araştırma yapacağız. Bu izin ve ruhsatlar, Risale-i Nur’un te’lifi ve neşriyatıyla beraber uzun müddet devam etmiştir. Bütün bunları sıralayacak değiliz. Birkaç örnek vermekle iktifa edeceğiz. Hem bu izinler, rastgele herkese verilmiş değildir. Belki merhum Hulusi Bey gibi, Hüsrev Altunbaşak gibi bazı zâtlara ve ayrıca Medreset’üz-Zehrâ erkânlarının müşterek meşveretlerine verilmiştir. Bunun yanında, Hz. Üstad’ın hayatının son senelerinde o izinleri kaldırdığına dair bazı davranışlarının emareleri ve bazı ifadelerinin vârid olduğunu da tekrar hatırlatırız. Bundan evvel dört suale cevab ve muğayyebât-ı hamseye dair Sabri Efendi ve Hafız Ali’nin suallerine dair kısa cevabı Hüsrev ile beraber okuyunuz. Münasib görürseniz üçü birden ya Onaltıncı Lem’a veya yazılmayan Ondördüncü Mektub makamına kaim edilsin. Hem yanlış var ise tashih edersiniz. Çünki cevabların aslı sünuhat olmakla beraber, tafsilâtında fikrim karışarak yanlış edebilir.

Keşki şâir olsaydım, bunu tekmil etseydim, dedim. Halbuki şiir ve nazma istidadım yokken yine başladım, fakat nazm ve şiir yapamadım. Nasıl hutûr etti ise öyle yazdım. Benim vârisim olan sen, istersen nazma çevir, tanzim et.

Verilen izin ve ruhsatlar karşısında Albay H. Hulusî Bey’in bir beyanı: Sabri Efendi kardeşimiz ne güzel takdir etmiş, mâşâallah, mâşâallah. Kimin haddidir ki, bu Nurlarda yanlışlık bulsun. Evet bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvafık düşmüyormuş. Bunda da isabet var. Çünki edebiyat satılmıyor, Kur’an’dan nurlar gösteriliyor. Bu fakir kardeşiniz bu Sözleri okuduğum zaman Üstadımı temsil eder bir hal alıyorum. Tabiratınızla, şivenizle okumak bana o kadar zevkli, lezzetli geliyor ki, tarif ede-mem. Onun için bir harfe dokunmayı, azîm bir günah, işliyorum telâkki ediyorum. Bazan verdiğiniz selâhiyetin manevî kuvvetiyle nâmınıza olarak bir harfin yerini değiştiriyor veya kaldırabiliyorum. İşte bendeki telâkki ve tesir bu mâhiyettedir.

Sâlisen: Şeytanla münazara nâmındaki Birinci Mebhasdaki şeytanın mesleğine ait bazı tâbirat çok galiz düşmüş. Hâşâ, hâşâ kelimesiyle ve farz-ı muhal suretindeki kayıdlarla ta’dil edildiği halde, yine beni titretiyor. Sonra size gönderilen parçada bazı ufak ta’dilât vardı; nüshanızı onunla tashih edebildiniz mi? Fikrinizi tevkil ediyorum; o tâbirattan lüzumsuz gördüklerinizi tayyedebilirsiniz.

Bedîüzzaman, Hazretleri, Kastamonu hayatında da yine bu konuda daha geniş izin ve ruhsatlar vermiştir. Bilhassa Taşköprülü Sâdık Bey’le Tarihçe-i Hayat’ının muhtevası konusunda yaptığı muhaberelerde daha çok ve geniş tasarruf izinleri vermişlerdir. Bunlar yazmakta olduğum Tarihçe-i Hayat kitabının baş taraflarına kısmen kaydedildiği için, onların dışında kalan bir iki nümune arz ediyorum:

Zannederim ki, hakaik-ı âliye-i imaniyeyi Risale-i Nur ihata etmiş. Başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşâallah vazifeniz, şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşir ve ta’lim ile, belki Yirmibeşinci ve Otuzikinci Mektubları te’lif ile ve Dokuzuncu Şua’nın dokuz makamını tekmil ile ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertib ve tashih ile devam edecek.

Yirmi sene evvelki Türkçe ile şimdiki Türkçenin farkı olduğundan, yeni Türkçe için bazı kelimat-ı Arabiyede tasarruf edildi. Siz de öyle yapabilirsiniz. Risale-i Nur yirmi sene evvelki Türkçe ile konuşur. O zamanı görmeyen gençlere teshilât olmak için bazı ta’biratı değiştirseniz iyi olur.

1944-1949 yıllarında Üstad, Emirdağ’ında iken bu konuda verdiği izinler vardır. İki, üç nümune arz ediyoruz: Çok faal ve imanı ve ihlâsı çok kuvvetli Ahmed Nazif evvelce yazmıştı ki, Zülfikar ve Asa-yı Musa’daki mânası anlaşılmayan müşkil bazı Arabi kelimeleri tercüme etmek gibi hizmeti benden isterdi. Benim şimdiki hâlim ve devam eden hastalığım ve maddi sıkıntılarım müsaade etmiyor. Sizler iki veya üç zâtı bu vazife ile benim bedelime meşgul ediniz. Fakat çok inceden inceye gitmesinler. Hattâ mânayı bozmayan yanlışlara çok ehemmiyet verilmesin.

Bundan sonraki kısmı, bütün ömrümde görmediğim dehşetli ve semli bir hastalık içinde yazılmış. Kusuratıma nazar-ı müsamaha ile bakılsın. Hüsrev münasib görmediği kısmı ta’dil, tebdil ıslah edebilir. Zülfikar Mecmuasının tashihini tamam yapamıyorum. Bir tek nüsha mukabelesiz tashihi ise; yirmi sene evvelki te’lif zamanına gayet kuvvetli bir kuvve-i hafıza ile girmek lâzım geliyor ki, tam tashih edilsin. Halbuki bu hastalıkta kuvve-i hafızam sönmüş hükmündedir. Fakat ben şimdi baktım ki, hadsiz şükür olsun, mânayı bozacak ehemmiyetli yanlışlar pek az gördüm. Onun için mühim yanlışlar görsem, bir listecik size gönderilecek. Said Nursi.

Bu gelecek yazıda tasarruf için ruhsat izni bulunduğu halde, o tip izin ve ruhsatların kaldırıldığını da iş’ar ediyor: Saniyen: Nur’un metni, izaha ihtiyacı olsa, ya satı¬rın üstünde, ya kenarda hâşiyecikler yazılsa daha münasibdir. Çünki metin içine girse, teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur, tashih lâzım gelir. Hem su-i isti’male kapı açılır, muarızlar istifade ederler. Hem herkes senin gibi muhakkik müdakkik olmaz, yanlış bir mâna verir, bir kelime ilâve eder, ehemmiyetli bir ha-kikati kaybetmeye sebeb olur. Ben tashihatımda böyle zararlı ilâveleri çok gördüm. Hem benim tarz-ı ifadem, bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor. Bir parça dikkat ve teenni ister. Belki bunun da bir faydası, bir hikmeti var.

Bundandır ki; bugün me¬selâ İnebolu’¬nun bir Asâ-yı Musa’sı ile, Isparta’nın teksir ettiği bir Asâ-yı Musa’yı —her ikisi de Hz. Üstad’ın kontrolün¬den geçtiği halde— karşı¬laştırsak, bazı keli-me ve cüm¬lelerde mânaca bir, fakat suretçe bazı cüz’î değişiklikler görülür. Ama buna her-hangi bir kimsenin bir şey deme¬ye haddi ve hakkı yoktur. Çünki, onun mü¬ellifi onları gör-müş, kontrol etmiş ve düzeltmelerde bulunmuştur. Lâkin Risale-i Nur’un nüshalarını tek tarz yapmak hu¬susunda Hz. Üstad’ın herhangi bir talebi veya emri sâ¬dır olma¬mıştır. Fakat tashihat hususunda ta¬lebelerine çok mükerrer ve pek ciddî emir¬leri olmuştur. Bunun için Hz. Üstad’ın vefa¬tından sonra bir çok defa¬lar Nur mecmuala¬rı musannan nüshalarla karşı-laştırılıp son derece titizlik içinde tashihleri yapıldığı hal¬de, tek tarz nüsha yapmak teşebbü-süne te¬ves¬sül edilmemiştir. Nüsha farklarının men¬şei budur.

Bu da iki noktadan gelmiştir: Birincisi: Yukarıda tafsili geçtiği üzere Bedîüzzaman’ın has bazı talebelerine bir çok de-falar gayet samimi olarak verdiği tas¬hih ruh¬satı ve tanzim izni… İkincisi: İlk başlarda elle çoğal¬tılan risalelerin kâtibleri içinde bazıla¬rının ya okuyama-dığı veya mâna¬sını bilemediği bazı kelimelerin imlâsında ve yazılış şeklin¬de yanlışlar düş-tüğünde veya yine kâtible-rin ya¬zarken sehven bir iki kelimeyi veya cümleyi veya satırı nok-san yazdıklarında, Hz. Üstad, bunları tashih eder¬ken o anda ve o yerde, o makamın mânâsını ifade ede¬cek olan bazı kelime veya cümleleri tashihen ilâ¬ve et¬tiği gibi, başka bir nüshayı da nadiren, aynı mânada başka kelimelerle tashih ederdi. Bedîüzzaman risaleleri tashih ederken herhangi bir asılla karşılaş¬tırmadan düzelt-melerde bulunur. «Ben tashihatta hayâlen te’lif zamanına gidiyorum, öyle tashih ediyo¬rum» mealindeki ifadesi; her halde ve mut¬laka, meselenin mânası cihetiyle olmak lâ¬zımdır. Çünki tashihatta harf harf, kelime kelime üzerinde durmayıp yalnız mânasını düşündüğünü ve ona göre düzeltmeler yap¬tığını görmekteyiz. Bu meseleye şunu da ilâve etmek gere¬kir ki: Yuka¬rıda bir nebze te¬mas edildiği üze¬re, Bedîüzzaman’ın mez¬kûr izin ve ruhsatlarıyla kendini ziya¬desiyle selâhiyetdar gören bazı zâtların tanzim işlerini çoğalt¬tığını gören Bedîüzzaman, 1949 yılından başlayarak 1953’lerde ta¬mamen durdurma cihe¬tine gitmiş ve o izin ve ruhsatları kaldırmıştır.

Bedîüzzaman Kendi Eserlerinde Bazı Tasarruf ve Tashihlerde Bulunmuş mudur? Bulunmuş ise Sebepleri Nelerdir?

Evvela, benzeri tasarruf ve tashih meselesi bütün müellif ve musanniflerde görülmüş ve görülmektedir ve bu yüzden bir çok kitap¬larda nüsha farkları düşülmüştür. Hatta en mu’temed ve Kur’andan sonra en kudsî kitaplarda bile musannif veya müellifin sonradan yaptığı bazı ta¬sarruf ve tashihlerinden dolayı nüsha farkları vücuda gelmiş ve bunlara son-radan işaretler konulmuştur. İmam-ı Şafi’î Hazretlerinin “Kavl-i Kadim=Kavl-i Cedid” yahut “Mezheb-i Kadîm=Mezheb-i Cedîd” diye eserle¬rinde büyük tasarruflar uyguladığı fıkıh âlimle-ri nezdinde meşhur ve ma’lumdur.

İşte, Bediüzzaman da, kendi te’lifi olan eserlerinde, hususiyle eski eserle¬rinin bazıların-da bir takım tasarruf ve tashihleri vaki’ olmuştur. Ve bu durum kat’îdir, şüphesizdir. Lâkin buna rağmen, Bediüzzaman’ın mü¬barek eli ve kalemi ile yapılmış mezkûr tasarrufların var-lığı ortada iken, bazı insanları menfi yönden şüpheye sevk eden ve dedikodu içerisinde bı-rakan sebepler bizce üç noktadır.

Birincisi: Kendisinin bizzat gözüyle görmediği bir şeyi -ne olursa olsun, kimden gelirse gelsin- kabul etmeme ve hatta inkâr etme cesare¬tini göstermedir. O ise, hakikatte vaki’ olan müsbet bir işi, bir mes’eleyi, menfice inkar etmek için, bütün dünyanın her tarafını, her mekânı ve herkesi delik delik arayıp keşfettikten sonra, görülmezse “yoktur” diye¬bilir. Müs-bet şey ise, yani varlığı isbat ise, sadece o şeyin bir tekini, ya da o meselenin bir köşesini ibraz edip göstermekle, varlığı ispat edildiği için, davasını kolaylıkla ispat edebilir.

İşte bu esaslı kaide-i Şer’iye, bu tür mes’elelerde daima kıstas ve ölçüdür ve öyle de olmalıdır. Ve bu kaide ve kıstas son derece keskindir, yanıltmaz. Şu mukaddememizin Bedi-üzzaman’ın bizzat kendi mübarek elleriyle değiştirdiği mühim bazı şeylerin klişelerini derc etmişizdir ki, şimdi halen bazı şahısların dil ve hareketleriyle bu mev¬zuda menfî yönden yapılan yayagaralar ile bir çeşit vesvese ve şüpheler üre¬ten bir ifsad mekanizmasının hüvi-yetini nasıl gösterdiklerini ispatlı şe¬kilde ibraz etmektedirler.

Bir de, Şer’an ve dinen iki şâhid-i âdilin müşahadeye dayanan ifade ve şahitlikleridir. Yani: İki şahid deseler ki: “Biz, evet gördük ki; Hazret-i Üstad şunları şöyle yaptı.” İşte iki şa-hidin birleşerek ve müşahadeye dayandırarak verdikleri bu ifade ve hüküm, hiç bir vesvese, zan ve şüphe ile zedelenemez. Üstelik o şâhidler Bediüzzaman gibi en keskin ve manevî radarlara malik bir mane¬viyat sultanının senelerce itimad edip, hâs hizmetinde bıraktığı ve manevî evlad kabul ettiği kimseler olsa!.. Evet, şu iki müsbet şer’î kaidelerden birisi, yapıl-mış bir şeyin vücudunu ispat eden en şeksiz vesikadır. İkincisi de, İki âdil şahidin ifade ve beyanları meydanda olduktan sonra, bütün dünya menfî yönden itiraz da etse, hakikatte ve şeriatça onun hiçbir de¬ğerinin olmadığını ispat eden kat’î hükümdür.

Ama bütün bu şeksiz vesika ve kat’î hükümlere rağmen inti¬kam duygusunu, düşmanlık, öfke ve tarafgirlik kinini tatmin etmek yönünde Şia mesleğini tercih edip de, bu mesleğin sâliklerinin Kur’an’a ve sahabe-i Resulullah’a (A.S.M) dil uzattıkları gibi, şu her şeye itiraz eden ve bahanelerle şüpheler üreten mu’terizler yollarında devam ederlerse, hi¬dayet ancak Allah’tandır, der ona bırakırız.

İkinci Nokta: Risale-i Nurun iman ve Kur’an hakikatlarını fevkalade izah eden mesle-ğini bilmeyen ve Bedîüzzaman’ın manevî şahsiyetini tam idrâk edemeyen bazı kimseler, ba-sit zihinlerine göre hariçte, orada burada bazı malumat ve mes’eleleri toplar, getirir ve ken-di zihninin bulanık ayinesinden baka¬rak, onları en doğru ve hakikatli şeyler olarak telakkî eder, sonra da gelir; Risale-i Nurun o meseledeki kafacığına uymayan hükmünü yanlış görür ve kendi ken¬dine karar vererek der: “Risale-i Nûr’un burası tahriflidir.. Çünki benim buldu-ğuma uymuyor.” der. Evet, ben şahsen böylesi bîçare insanlara çok rastlamışımdır.

Bu meseleye bir misal olarak, Bedîüzzaman’ın “İki mekteb-i Musi¬betin Şehadetnamesi” eseri ilk matbu’ nüshasında “Biz ki Kürdüz, alda¬nırız. Fakat aldatmayız. Bir hayat için yala-na tenezzül etmeyiz.” cümlesi sonradan Bedîüzzaman tarafından şöyle bir tasarrufla tashih edilmiştir: “Biz ki hakikî Müslümanız ilaahir…” İşte bazı insanlar buna itiraz ediyor ve Üstadın tashihi değildir diyor. Çünki, hadis var: “Bir mü’min iki defa parmağını aynı deliğe sokmaz” hükmüne aykırı düşmektedir. Bu hadisin hükmüne göre, bir müslüman iki defa aldanmaz. Öyle ise bu tasarruf Üstadın olamaz diye hüküm ba¬sıyor.

Bunlar düşünemiyorlar ki; Kürd aldanırsa, -onun bu görüşüne göre- Müslüman sayıl-maması lazım gelir. Çünkü asıl matbu’ nüshada “Biz ki Kürdüz, aldanırız. Fakat aldatmayız.” dır. Sonraki tasarruf görmüş nüs¬hada ise, “Biz ki hakikî Müslümanız…” ifadesiyledir. Ma’nâsı da, “Biz Kürdler ki hakikî müslümanız” olur. Başka bir ma’nâ değildir. Ortada me¬selenin bir kamuflaj durumu vardır.

İşte, tahrif teranesini kendilerine meslek edinenler iyi bilsinler ki; yap¬tıkları iş, masum Müslüman evlatlarının kalblerini Risale-i Nur’a karşı teşviş edip bulandırmaktan başka bir-şey değildir. Hatta belki o körpe ve masum dimağların Nûr’a müştak duygularını haktan çevirmektir. Bunlar eğer Şia’nın müfterî kısmının mesleğini şiar edinmemiş iseler; Risale-i Nur’un ailesi içerisinde bu mesele samimîce ve hususî olarak ele alınır, hakperestlik ve ka-vaid-i şeriata iltizamkârlık duyguları içerisinde tartışılır ve halledilir.. Ki zaten ortada halle-dilecek bir mes’ele de yoktur.

Abdülkadir Badıllı, bu meseleyi “Risale-i Nur’un Te’lif ve Neşir Tarihçesi” eserimizde ve “Mufassal Tarihçe-i Hayat” kitabımızın son cildinin ahirinde ele almış ve tahlil ederek mahi-yetini ortaya koymuştur. İsteyenler bu eserlere bakabilir. Zaten biz de onun tesbitlerini hülasa eyledik.

Üçüncü Nokta: Bedîüzzaman tarafından bazı risalelerde yapılmış olan tasarruf ve tas-hihlerin yapılması, mahiyeti ve onun bu husus¬taki izni hakkında bir nebze izahat vermek gerekmektedir. Bedîüzzaman’ın gerek eski eserle¬rinde, gerekse yeni eserlerinde bazı tasarruf ve tas-hihleri kat’iyyen vâki olmuştur. Bu tasarrufların en çoğu da eski eserlerinden olan “İki Mek-teb-i Musibetin Şehadetnâmesi” eseri üzerinde görülmektedir. Zeten bu esere, onu ilk neşre-den muharrir ve gazetecilerin kelimeleri çokça karıştığı meselesi de vardır. Mesela, Arapça El-Hutbet-üş Şamiye’nin bir zeyli olan “Teşhis-ül İllet” adlı eserin son kısmında, İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnâmesi kitabından bahsederken, dipnotta: “Maalesef heyecan o eseri teşviş ettiği gibi, matbaacı da onu tahrif etmiştir” demektedir. Yine eski eserlerinden birisinin arka ka¬pağında eserlerinin isim listesi verilirken, bu kitap için “Gazetecilerin sözleri karışmasıyla bir derece müşevveş kalmıştır” demektedir.

Bu hâle göre, İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnâmesi eserine, o zamanlar onu neşre¬den muharrirlerin edîbâne bazı tasvirleri karışmıştır diyebiliriz. Bundan dolayı olsa gerektir ki, Bedîüzzaman, 1950’lerden sonra, onu yeniden neşrettirmeye başladığında, ayrı ayrı zaman-larda bir kaç defa tashih ve tasarruflardan geçirdi. Tasarruf görmüş nüshaların tamamı biz-de mahfuzdur. Eğer bir eserin orijinal nüshaları elde mevcut ise, asla tahriften bahsedile-meyeceğini ehli olan anlar.

Dördüncü Nokta: Bedîüzzaman’ın müellif olarak kendi eserleri üzerinde yaptığı tasar-ruf ve tashihlerinin mahiyeti ise, umumileştirme, küllileştirme ve benzeri olan durumların hikmetleri şeklinde özetlenebilir. Bunun yanında o eserlerin ilk asıllarında orijinal hali eli-mizde bulunmaktadır ki, bu eski ve yeni nüshalar arasında, gerçek manada, -evham, vesvese ve su-i zanlar müdahele etmemek şartıyla- fazla bir fark ve ayrı¬lık yoktur.

Küllileştirme veya umumileştirme dışında, bir de o eski eserlerin yönlerini Risale-i Nur mesleğine çevirme ve ona tabi’ kılma hususu unutulmamalıdır. Zira Eski Said ile Yeni Said arasında küçük de olsa bazı farklılıkların olduğu âşikârdır. Bu hususa Bedîüzzaman bazı mektuplarında işaret buyur¬muşlardır. Yani, Bedîüzzaman’ın Eski Said tabir ettiği kendi gençliği yıllarında gerçekleştirilmesine çalıştığı sosyal ve millî mes’eleleri, Yeni Said döne-minde başlayıp açtığı iman ve Kur’an hizmeti mesleği, umum Âlem-i İslâmın müşterek malı olan iman esaslarını ispat etme ve yayma; uhuvvet-i İslamiye ve Ittihad-ı İslamı hedef alan mes’eleleri perçin¬leştirme gibi büyük ve geniş ve birinci derecede gelen mes’eleleri engel¬siz yürütmesi bakımından, eski hizmetleri üçüncü ve dördüncü plana bı¬rakması durumudur. Bu çok önemli bir noktadır.

Hakaik-i imaniye, herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksad olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve Risale-i Nur’la onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medar-ı merak ve maksud-u bizzât olmak lâzım iken; şimdiki hal-i âlem hayat-ı dün-yeviyeyi hususan hayat-ı içtimaiyeyi ve bilhâssa hayat-ı siyasiyeyi ve bilhâssa medeniyetin se-fahet ve dalaletine ceza olarak gelen gazab-ı İlahînin bir cilvesi olan harb-i umumînin tarafgi-rane, damarları ve a’sabları tehyic edip bâtın-ı kalbe kadar, hattâ hakaik-i imaniyenin elmas-ları derecesine o zararlı, fâni arzuları yerleştirecek derecesinde bu meş’um asır öyle şırınga etmiş ve ediyor ve öyle aşılamış ve aşılıyor ki; Risale-i Nur dairesi haricinde bulunan ülema-lar, belki de veliler; o siyasî ve içtimaî hayatın rabıtaları sebebiyle, hakaik-i imaniyenin hük-münü ikinci, üçüncü derecede bırakıp, o cereyanların hükmüne tâbi’ olarak hemfikri olan münafıkları sever, kendine muhalif olan ehl-i hakikatı belki ehl-i velayeti tenkid ve adavet eder, hattâ hissiyat-ı diniyeyi o cereyanlara tâbi’ yaparlar.

İşte bu asrın bu acib tehlikesine karşı, Risale-i Nur’un hizmet ve meşgalesi, şimdiki si-yaseti ve cereyanlarını o derece nazarımdan iskat etmiş ki; bu harb-i umumîyi bu dört ayda merak etmedim, sormadım.

Bedîüzzman’ın konuyla alakalı talimatı aynen şöyledir: Hususan eski Divan-ı Harb-i Örfîdeki müdafaatım, Risale-i Nur mesleğine uymayan bazı cümleleri tayye¬dilsin. Beşinci Nokta: Bedîüzzaman’ın gerek eski eserlerinin, gerekse Ri¬sale-i Nur olan yeni eserlerinin bazı yerlerinin tayy, ıslah ve tashih etme yetkisini talebelerine çokça verdiği hususudur ki, Risale-i Nur’da ve özellikle lahika mektuplarında bu izin numunelerinin mev-cudiyeti, bu eserlere aşina olan kimselerin malumudur. Lâkin burada çok mühim ve kritik bir nokta vardır ki; herhangi bir maslahat, icab veya zaruret karşı¬sında Nur talebelerinden yüksek seviyeli ve âşinâ sınıfının bazı tasarruf¬ları olmuşsa da, bunların hepsini mutlaka Bedîüzzaman görmüş ve bakmış, ya tasdik veya tashih ederek neşrettirmiş olduğu yerlerdir. Bun¬ların haricinde yoktur ve olamaz.

Demek ki, Bedîüzzaman’ın o gibi izinleri -yukarıda geçen bir mektu¬bundan verilen pa-sajının numunesinde görüldüğü gibi- onun hayatta ol¬duğu zamana ve mutlaka nazarından geçtiği şeylere aittir. Ama Bedîüzzaman’ın vefatından sonra – ki Nurlar tamamen kemalini bulmuş, tashih ve tasarruf meselesi bütünüyle sona ermiştir., herhangi bir kimse; bilmem edebiyat adına Nurların bir tek cümlesini, hatta bir noktasını tashih veya ıslah gayesiyle tebdil edemez. Zira ki Bedîüzzaman hayatta değildir ki görsün, kontrol etsin, tashih veya tasvib etsin. Bedîüzzaman’ın kendi sağlığında, bazı durumlarda bir kısım eski eserleri için talebele-rine verdiği tasarruf iznini sarihan gösteren bir çok mektuplarından sadece birini takdim edelim: Fakat oniki adet parçalarda, (Tarihçe-i Hayat için hazırlanan Nur’un parçaları) onlar münasib görmedikleri cümleleri kaldırma¬sına onlara izin veriyorum ve ıslahı da onlara hava-le ediyorum.

Netice

1- Bedîüzzaman kendi eserleri üstünde istediği kadar tasarruf ve tashih etme selahiye-tine şer’an ve aklen ve örfen sahip olduğu için, özel¬likle eski eserlerinin bir kısmının bazı yerlerini tasarrufla tashih etmiş ol¬duğunda asl şüphe bulunmamaktadır.

2- Bu cilde ek olarak vereceğimiz üç temel eserin aslını mütalaa edenler anlayacaklar-dır, tahrif iddiaları tamamen asılsız, siyasî yahut ırkçılık virüsüyle ortaya atılan iddialardır. Bediüzzamanın kendi kalemiyle olan tasarruf ve tashihlerini gösteren bu orijinal nüshalar ortaya koymaktadır ki, ilk asıllarıyla farklılıkları göze çarpan diğer nüshaların tamamın mü-ellifi tarafından tashih görmüş olduklarını gösterir. Ya da hiç olmazsa, hayatında onun emri ve izni dahilinde bazı yerlerde ufak tefek ta’dilat yapan talebelerinin yaptıklarını görmüş olan Bedîüzzaman’ın tasdi¬kini ifade eder. Zira o gibi yerler, Bedîüzzaman’ın sağlığından beri neş¬redilip gelen yerlerdir. Bedîüzzaman’ın bu tashih ve tasarruflarının zahir ve ayan – beyan numunelerini gös-terdikten sonra, müsbet meseledeki şer’î ispat hakikati ortaya konmuş oluyor. Ama menfili-ğini ispat için -az üstte arz olunduğu veçhiyle- bütün dünyayı ve bütün herkesin kütübhane-lerini arayıp taradıktan sonra, görülmediği zaman belki diyebilir ki: “bu yok¬tur”. Aksi takdir-de iddiaları hezeyanvâri şeylerle bir boşboğazlıkta kal¬mayıp, fesad ve ifsad hududuna dahil olmuş olur.

3- Bedîüzzaman’ın kendi elleriyle üstünde bazı tashih ve tasarruflar icra ettiği aynı eserlerinin ilk asıllarını tamamen yok etmeye, yok saymaya veya ortadan kaldırmaya dair herhangi bir hareketi, emri, işareti ve ifadesi mevcut değildir. Öyle ise, bizim de o eski asıl-ları yok etmeye veya yok saymaya haddimiz ve hakkımız değildir. Her iki tarzını da -eğer Bedîüzzaman’a sadık talebe isek- kabul etmeye mecbur ve mükellefiz.

4- Bedîüzzaman kendi eski eserlerinden bazılarını alıp tashih ederek ve Risale-i Nurlar-la birleştirerek, beraber neşrettiği halde, bir kısmına da hiç dokunmadan ilk asılları ile bı-rakmıştır. Mesela: Türkçe olan “Lemaat, Münazarat, İki Mekteb-i Musibet ve Muhakemât”ı ve bunlarla beraber eski olan bazı nutuk ve makalelerini ele alıp, gözden geçirip neşrettirdiği halde, “Tuluat, Rumuz, İşârât ve Şuaât” gibi diğer eserlerine ve bunlarla birlikte bir kaç nu-tuk ve makalesine dokunmadan öyle bırakmış, neşrettirmemiştir. Ama Arapça eserlerinden El-Mesneviy-ül-Arabî Mecmuasına dahil et¬tiği parçaları -bir iki zeyl müstesna- ve fakat hep-sini önemle ele almış, okumuş ve bazı tashihlerden geçirdikten sonra, Türkçe olan “Nokta” ri¬salesinin baş kısmıyla birlikte neşrettirmiştir. Aynı şekilde, eski eserlerinden Arapça “El-Hutbet-üş Şamiye”yi fazla ehemmiyetine binaen, önemle ele almış ve bizzat Hazret-i Müellif ken¬disi onu Türkçe’ye tercüme etmiş ve neşrettirmiştir. Bir müddet sonra da, kendisinin Türkçe’ye çevirmiş olduğu Hutbe-i Şamiye’sini küçük kardeşi molla Abdülmecid’e tekrar Arapça’ya çevirttirmiştir. İşarât-ül İ’caz ese¬rini zaten hem Arabî aslını hem de Molla Ab-dülmecid’e tercüme ettirdiği Türkçe’sini ve ayrıca Mesnevi-i Nuriye’yi ve onun Türkçe ter-cümesini neşrettirmişlerdir.

BEDÎÜZZAMAN GEÇİMİNİ NASIL SAĞLIYORDU?

Bu masrafları nasıl karşılıyor şeklinde Bedîüzzaman’ın hayatı incelendiği zaman, onun evvela Doğu Anadolu’da şehirden şehire ve daha sonra Osmanlı topraklarında, Van’dan İstanbul’a, oradan Batum, Tiflis, Şam ve nihayet Rusya ve tekrar İstanbul’a seyahat-ler yaptığını ve muhtelif mekânlarda (otel, konak ve ev) kaldığını görüyoruz. İster istemez inasnların aklına acaba geçim ve yol masraflarını nasıl karşılıyordu? sorusu gelmektedir. Sadaka ve zekât kabul etmediği herkesin malumudur. Bu soruya cevap olmak üzere bazı hususları takdim edebiliriz. Birincisi, Bedîüzzaman’ın esir düştükten sonra kendisine düzenli olarak devletin Hilâl-i Ahmer yoluyla tahsîsât gönderdiğine dair belgeler elimizdedir.

İkincisi, iki buçuk yıl süren esâret hayatında Kosturma’da iken de bu tahsîsâtın devam ettiğini belgelerden öğreniyoruz. Bunları kitabımızda neşrettiğimiz için kısa kesiyoruz. Üçüncüsü, 1909 yılından itibaren kitaplarını neşretmeye başladığını ve bunlardan gelen cüz’î gelirleri kullanabileceğini de tahmin ediyoruz.

Dördüncüsü, Bedîüzzaman gittiği yerlerde büyük bir âlim olması hasebiyle devlet adamları tarafından ağırlanmış ve kendisine asla masraf yaptırılmamıştır. Mesela Van’da Tâhir Paşa’nın konağında uzun süre kalmıştır; herhalde Horhor Medresesine kira ödeme-miştir; Mardin’de Ensari Konağında ağırlanmıştır; Tillo’da türbede kalmıştır.

Beşincisi, bulunduğu şehirlerde zekât ve sadaka kabul etmediği bilinen Bedîüzzaman’a devlet yetkilileri tarafından vakıflar eliyle tahsisât da ayrılmış olabilir.

Altıncısı, Osmanlı hükümeti, Şark’ta başlayan Kürt isyanlarını teskin etmek üzere kendi-sini harcırahını vererek Batum ve Tiflis yoluyla Şark’a göndermek istemiş ve Bedîüzzaman bu harcırahı kabul etmemiştir. Yedincisi ve önemlisi Bedîüzzaman’ın kendi verdiği şu harika cevapta yatmaktadır ve bu cevap Cumhuriyet dönemi için de geçerlidir.

Ehl-i dünya bana der: “Ne ile yaşıyorsun? Çalışmadan nasıl geçiniyorsun? Memleketimizde tenbelce oturanları ve başkasının sa’yi ile geçinenleri istemiyoruz.”

Elcevab: Ben iktisad ve bereketle yaşıyorum. Rezzakımdan başka kimsenin minnetini almıyorum ve almamağa da karar vermişim. Evet günde yüz para, belki kırk para ile yaşayan bir adam, başkasının minnetini almaz. Şu mes’elenin izahını hiç arzu etmiyordum. Belki bir gururu ve bir enaniyeti ihsas eder fikriyle, beyan etmek bana pek nâhoştur. Fakat madem ehl-i dünya evhamlı bir surette soruyorlar, ben de derim ki: Küçüklüğümden beri halkların malını kabul etmemek -velev zekat dahi olsa- hem maaşı kabul etmemek -yalnız bir-iki sene Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye’de dostlarımın icbarıyla kabul etmeye mecbur oldum ve o parayı da manen millete iade ettik- hem maişet-i dünyeviye için minnet altına girmemek, bütün öm-rümde bir düstur-u hayatımdır. Ehl-i memleketim ve başka yerlerde beni tanıyanlar bunu bi-liyorlar. Bu beş seneki nefyimde, çok dostlar bana hediyelerini kabul ettirmek için çok çalıştı-lar, kabul etmedim. “Öyle ise nasıl idare edersin?” denilse, derim: Bereket ve ikram-ı İlahî ile yaşıyorum. Nefsim çendan her hakarete, her ihanete müstehak ise de; fakat Kur’an hizmeti-nin kerameti olarak, erzak hususunda ikram-ı İlahî olan berekete mazhar oluyorum. وَ اَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ sırrıyla, Cenab-ı Hakk’ın bana ettiği ihsanatı yâdedip, bir şükr-ü manevî nev’inde bir-kaç nümunesini söyleyeceğim. Bir şükr-ü manevî olmakla beraber, korkuyorum ki, bir riya ve gururu ihsas ederek o mübarek bereket kesilsin. Çünki müftehirane gizli bereketi izhar et-mek, kesilmesine sebeb olur. Fakat ne çare, söylemeye mecbur oldum.

İşte birisi: Şu altı aydır otuzaltı ekmekten ibaret bir kile buğday bana kâfi geldi. Daha var, bitmemiş. Ne mikdar kifayet {(Haşiye): Bir sene devam etti.} edecek, bilmiyorum.

Comments are closed.