Peygamberimizin Insanliga Getirdikleri

I- GİRİŞ
Kur’ân

‘ın nassıyla âlemlere rahmet olarak gönderilen bir zatın getirdikleri de, elbetteki beşeriyet için mutlak sâadet, rahmet ve hidâyettir. Biz bu sohbetimizde, manevî bir okyanus gibi ucu bucağı görülmeyen Resulüllah’a ait güzellikleri size arz etmekten âciziz ve ma’zûruz. Sadece bazı katrelerini aktararak “damla denize delâlet eder” sözünün muktezâsınca gerisini sizin akıl, kalb ve hayâllerinize havale edeceğiz.

Şunu önemle belirtelim ki, şu kâinat sarayının sebeb-i vücudu Hz. Resulüllah’dır. Zira anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa, manasız bir kâğıttan ibaret kalır. Şu kâinat kitabı da, Resulüllah’ın getirdiği ve tebliğ ettiği hakikatlar o

lmasaydı, manasız ve lüzumsuz olurdu. İkinci bir husus da, şu kâinat sarayının devam ve bekası, zişuur sâkinleri olan cin ve insanların, o şanlı peygamberin getirdikleriyle amel etmelerine bağlıdır. Netice olarak diyebiliriz ki, eğer kâinat kitabını bize tarif ve ta’lim eden Resulüllah olmasaydı, kâinatın hâlıkı olan Allah şu kâinat sarayını bina etmezdi ve yine belirtebiliriz ki, o yüce üstadın yani Resulüllah’ın talimatını, ahali dinlemedikleri vakit, elbette bu kâinat sarayı tahrib edilecek yani kıyameti koparılıp daha güzel bir aleme tebdil edilecektir. O halde

Eger sen olmasaydin, butun kainat da yaratilmazdi

şeklinde nakledilen hadis-i kudsinin manası, mübalağa değildir; belki aynı hakikattır.

Şimdi Rasulüllah’ın ne getirdiğine kısaca atf-ı nazar edelim: Re

sulüllah (A.S.M.), öyle bir hukuk nizamı, öyle bir ubudiyet ahkâmı, öyle bir dua, öyle bir davet ve öyle bir iman ile ortaya çıkmış ki, bu zikredilenlerin ne misli var ve ne de olur. Bunlardan daha mükemmeli, ne bulunmuş ve ne de bulunur. Bu zikrettiğimiz, hayal değil hakikattır. Şahidi ‘yaşanmış 14 asır; yazılmış milyonlarca İslâmî eserler; yetişmiş yüzlerce ve milyonlarca İmam-ı Gazaliler, İbn-i Sinalar, Ebubekirler ve Ömerler. Arzu eden ve kabiliyeti olan, o hidayet güneşinden nur alarak sümbül veren ve açan her asırdaki hidâyet ve ilim çiçeklerini seyreder ve bu çiçeklerin Ebu Hanife, İmam-ı Şafii, Şah-ı Geylâni ve Şah-ı Nakşibend gibi nice solmaz meyveler verdiğini görebilir. Biz sadece Resulüllah’ın getirdiklerinden bazılarına, numûne nev’inden nazar edeceğiz.

II- EMSALSİZ BİR HUKUK NİZAMI GETİRMİŞTİR

Resulüllah’ın getirdiği hidâyet meyvelerinin başında, emsalsiz bir hukuk nizamı bulunmaktadır. Ecdadımızın şer’-i şerif ve şeri’at dediği bu hukuk nizamı, ümmî bir zatın eliyle ortaya çıktığı halde, on dört asrı ve insanlığın da beşte birini, adalet ve hakkâniyet üzerine idare etmesinin, elbetteki dünyada emsâli yoktur. “Fazilet odur ki, düşmanlar dahi tasdik etsin” kaidesince, Hollanda’lı bir gayr-i müslim hukukçunun dediklerini buraya aldıktan sonra bazı müşahhas misaller vermek istiyorum: “İslâm hukukunda bir çok hükümler vardır ki bazıları pek yakın vakitlerde, Avrupa’ya girebilmiş ve daha bir çok hükümleri vardır ki, asrımızdan sonra girecektir (1897).

Bu iddiamıza delil olmak üzere, şu şer’î hükümleri misal olarak zikredebiliriz; ehlî hayvanların himâye ve muhafazası; çevre hukuku; borçlunun borcunu ifa etmediği zaman hapisle tazyiki; mahkemelerde davaların meccanen görülmesi; evli bir kadının kocasının iznini almadan kendi mallarında tasarruf hakkına sahip olması; alım-satıma yetkili oluşu; boşanmanın kolaylığı; bütün müslümanların, makam ve sıfatlarına bakılmasızın kanun önünde eşitliği; sorgulamalarda sanıkların ikrar ve itirafa zorlamak için işkencenin yasak edilmiş olması ve benzeri sayamadığımız hükümler”.

1927’de toplanan hukuk kongresinin yayınlanan sonuç beyannamesinde de şu satırlar yer almaktadır: “Beşeriyet Hz. Muhammed ile iftihar eder. Çünkü o zat ümmi olmasıyla beraber, 13 asır evvel insanlığa öyle bir hukuk nizamı getirmiştir ki, biz Avrupalılar 2 bin sene sonra onun kıymetine ve hakikatına yetişsek mesud ve bahtiyar oluruz”.

Gerçekten ümmi bir insanın fiillerinden, sözlerinden ve hallerinden çıkan İslâmiyet, her asırda ortalama 300 milyon, asrımızda ise 1 milyar 300 milyon insanın rehberi ve mercii olmuştur. Bilindiği gibi İslâm Hukukunun ikinci önemli ve aslî kaynağı sünnettir. Bugün bütün dünya hukukçularının hayranlıkla tetkik ettikleri ciltler dolusu şer’î hükümler, Kur’ân ve sünnet kaynağından alınmıştır. Resul-i Ekrem’in sünnetinin kaynağı ise, üçtür; sözleri, fiilleri ve halleridir. Bunların ifade ettikleri hükümler de üç kısımdır: Farzlar, nâfileler ve güzel âdet ve âdâblar. Farz ve vâcib olanlarına herkesin uyma mecburiyeti vardır ve fıkıh kitaplarında bütün tafsilâtıyla tetkik edilmiştir. Terkedilirse azap ve ikap vardır. Nâfile olanlara yine ehl-i imanın ittiba’ı tavsiye olunmuştur. Değiştirilmesi bid’attır, dalâlettir ve büyük hatadır. Sünnetin yeme ve içme gibi âdetler kısmı ise, hikmet, maslahat, hususi ve içtimaî hayat itibariyle fevkalade güzeI neticeleri ihtiva eder. Zira her normal hareketinde dahi çok önemli neticeler ve hikmetler bulunduğuna Kur’ân işaret ettiği gibi, yapılan ilmî tetkiklerle de isbat edilmiştir. Ayrıca onlara ittiba’ etmekle âdetler ibâdetlere döner. Elbette Resulüllah’ın sünneti, uyulacak en güzel nümuneler, takip edilecek en sağlam rehberler ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Sünnete uymayan, tembellik ederse büyük hasârat; ehemmiyetsiz görürse büyük cinayet ve tekzip edercesine tenkid ederse büyük dalâlet içindedir.
Resulüllah’ın getirdiği hukuk nizamı, her müessesesi ile beşeriyete rehberlik etmiş ve gerçek hukuk dersini vermiştir. Mesela, batılı yazarların devletler hukuku ile alâkalı eserleri, ancak 1532-1577 yılları arasında yani XVl. miladî asırda kaleme alınırken, Resulüllah’ın manevî ders halkasında yetişen İslâm müçtehidlerinin konuyla ilgili iIk eserleri, “siyer” başlığı altında 770-804 yani VIIl. asırda kaleme alınmıştır. İlk müslüman Türk Devleti olan Karahanlılar zamanında yetişen İmam Serahsî’nin devletler hukukuna dâir İmam Muhammed’in eserini beş cilt halinde şerh etmiş olması, ne acıdır ki, bizden önce Avrupalıların hayretini mûcip olmuştur. 1179 tarihinde Latran Konsili, hristiyan ülkelerde müslüman devletlerin ticarî temsilci bulundurması yani konsolosluk açması şurda dursun, hristiyanların müslümanlarla ticaret yapmasını dahi yasaklamıştır. Halbuki diğer tarafdan müslümanlar ve özelIikle de müsIüman Türkler, Avrupa tüccarlarına şer’i sınırlar içinde kendi ülkelerinde temsilci bulundurmalarına dahi müsaade etmiş yani konsolosluk müessesesini devletler hukukuna İslâmiyet kazandırmıştır”. Devletlerarası münasebetlerde bu böyle olduğu gibi, fertler arası münasebetlerde de durum aynıdır. 1215 miladî yılında kralın karşısında insanların da hayat hakkını tanımayı, kendileri için şeref kabul eden Avrupa’nın yanında, İslâm hukuk nizamı, günümüzdeki şekliyle insan hakları beyannamesinden daha ileri bir tarzda fertlerin hak ve hürriyetlerini hem tanımış ve hem de garanti altına almıştır. “Her müslümanın canı, malı ve ırzı, diğer müslümana haramdır, dokunulmazdır. kişiye şer olarak, müslüman kardeşini hakir görmesi yeter.” buyurarak şahsî hakları teminat altına alan Resulüllah’ın beyanları; “Erkek ve kadın bütün mü’minlere, işlemedikleri bir suç yüzünden işkence ve eziyet edenler, muhakkak bir yalan ve apaçık bir suç yüklenmişlerdir.” ferman ederek işkenceyi ve haksız ithamları şiddetle reddeden Kur’ân’ın emirleri nerede? 1789 inkılâbından sonra bile kadını akıl hastası gibi mahcûr sayan Avrupalılar ile 1989’da dahi hak ve hürriyeti kendi istek ve arzuları ile sınırlayan ve tanımlayan Avrupa-kâselilerin sakat anlayışları nerede?

Şunu belirtelim ki, tehditlerle, korkularla ve hilelerle insanları başka bir mecraya çevirtmek mümkündür: fakat bu daima muvakkattır. Ancak irşadı ile hükümleri ile kalblerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, duyguların en incelerini heyecana getirmek, yüce ahlâkı hukuk nizamı ile beraber tesis edip alçak huyları imha eylemek ve sadece görünürde değil; kalblerde ve gönüllerde de hukukun meşrûiyetini kabul ettirmek, yalnız ve yalnız Resulüllah’ın getirdiği hukuk nizamına has bir vasıftır. Zira bu hal başlı başına bir mucizedir. Soruyorum, dünyada hangi kanun veya anayasanın hükümleri, 14 asır boyunca her asırda en az 300 milyon insan tarafından okunuyor, hürmetle baştacı ediliyor ve milyonlarca hâfızlar tarafından tamamı ezberlenip zevkle ve şevkle kıraat ediliyor? Bu sadece Resulüllah’ın getirdiği hukuk nizamının anayasası olan Kur’ân’a has bir mazhariyettir.

Yine düşününüz ki, asr-ı saadetten önceki zamanlarda kalp katılığı ve merhametsizlik öyle bir hadde ulaşıyor ki, kocaya vermekten âr duydukları kızlarını diri diri toprağa gömüyorlar. İslâm’ın tesis ettiği nizam ve doğurduğu merhamet, şefkat ve insaniyet sayesinde, evvelce kızlarını gömerlerken müteessir olmayanlar, İslâmiyet dairesine girdikten sonra karıncaya bile ayak basmaz oluyorlar. Böylesine kalblerde, gönüllerde ve vicdanlarda inkılab yapabilmek hangi nizama ve dünya görüşüne nasip olmuştur? Bu hâkikatı idrâk eden ve Resulüllah’ın Kur’ân’la getirdiği ilahî nizamı az da olsa tanıyabilen büyük Alman devlet adamı Bismark, hissiyâtını şöyle ifade etmektedir: “Muhtelif devirlerde, insanlığı idare etmek için Allah tarafından geldiği iddia olunan bütün semavî kitapları tam ve etraflıca tetkik ettimse de, tahrif olundukları için, hiçbirisinde aradığım hikmet ve tam isabeti göremedim. Bu kanunlar, değil bir cemiyeti, bir evin bile saadetini temin edemezler. Ancak Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği Kur’ân, bunun tek istisnasını teşkil eder. Ben Kur’ân’ı her cihetten tetkik ettim her kelimesinde büyük hikmetler gördüm… Sana muâsır bir vücud olamadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammed! Muallimi ve nâşiri olduğun bu kitab senin değildir; o ilâhîdir. Bu kitabın lâhûtî olduğunu inkâr etmek, mevzu ilimlerin butlanını ileri sürmek kadar gülünçtür. Bunun için, beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir. Ben, huzur-ı mehâbetinde kemâl-i hürmetle eğilirim.”

III- EMSALSİZ BİR UBUDİYET ÖRNEĞİDİR

Resulullah’ın, dininde bulunan bütün ibâdetlerin her çeşidinde en ileri olması, herkesden ziyade takvada bulunması ve Allah’dan korkması, en zor dünyevî şartlarda bile tam tamına ubûdiyetin en ince esrarına kadar riâyet etmesi, hiç kimseyi taklid etmeyerek ve tam manasıyla, ilk defa ama en mükemmel olarak, ibtidâ ve intihayı birleştirerek yapması, elbette misli görülmez ve görülmemiştir. O’nun her konuda olduğu gibi, ubûdiyet mevzuunda da en ileri olmasına müşahhas bir misal vermek istiyoruz: Abdullah İbn-i Ömer anlatıyor:

Hazret-i Aişe’ye Resulullah’dan gördüğün hallerin en acibini bana haber ver dedim. Bunun üzerine ağladı ve uzun süre ağladıktan sonra bana şöyle dedi: O’nun her işi acibdi. Bir gece bana geldi, yorganıma girdi, bana iyice yaklaştı. Sonra buyurdu ki, “Ey Aişe! Bu gece bana Rabbime ibâdet etmek için izin verir misin?” Ben de “Yâ Resulallah! Ben senin yakınlığını severim, ancak muradını da severim, buyurun” dedim. Kalktı, odadaki su kırbasına vardı, abdest aldı, suyu çok da dökmedi, sonra namaza durdu. Kur’ân okudu ve ağlıyordu. Sonra iki elini kaldırdı, yine ağlıyordu. Hatta göz yaşlarının yeri ıslattığını gördüm. Daha sonra Bilal geldi. Kendisine sabah namazını haber veriyordu. Baktı ki ağlıyor, “Ya Resulullah! Gelmiş geçmiş günahlarını Allah mağfiret ettiği halde sen de mi ağlıyorsun?” dedi.

Buna hemen şu cevabı verdi: “Ben, Rabbimin nimetlerine şükreden bir kul olmayayım mı? Hem nasıl ağlamayayım? Allah bu gece şu âyetleri inzal buyurdu: (Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün muntazam bir mizan içinde değişiminde, akıl ve idrâk sahibi olanlar için alınacak ibret dersleri ve deliller vardır… mealindeki âyetle başlayan Al-i İmran’ın son âyetleri)”. Sözünü şöyle bitirdi: Yazıklar olsun, bu âyetleri çeneleri arasında çiğneyip de içindeki hakikatları tefekkür etmeyenlere!..”

IV – HARİKA BİR MEDENİYET VE AHLÂK NİZAMINI TE’SİS EYLEMİŞTİR

Resulullah’ın getirdiği ahlâk ve medeniyet nizamının dahi dünyada misli görülmemiştir. Zira Arap Yarımadasında yaşayan vahşi, âdetlerine mutaassıp ve de inatçı bir kavmi, hem içinde bulundukları kötü ve vahşiyane ahlâklarından kısa zaman içerisinde kurtarmış ve hem de bütün güzel ahlâk ile teçhiz edip dünyaya muallim ve medeni milletlere üstad eylemiştir. Kısa zaman içinde kalplerin sevgilisi, akılların muallimi, nefislerin mürebbisi ve gönüllerin sultanı olmuştur. Bu hükmümüzün en canlı şahidi, İslâm’dan evveI Ömer ve İslâm’dan sonra Ömer’dir. Bir başka yaşanmış misali ise, beraber dinleyelim: Hz. Ömer devrinde Sa’d bin Ebi Vakkas Irak cephesi kumandanıdır. Müslümanların önlerindeki bütün maniler. bertaraf olmuş ve sıra Sasani İmparatorluğuna son vermeye gelmiştir. Hz. Sa’d, son darbeden önce, Sasani İmparatoru Yezdgürd’e Nu’man isimli bir sahabenin başkanlığında mürahhas bir hey’et göndermiştir. Sasani devletinin başşehri olan Medâyin’e İslâm heyeti gelince, atları eğersiz ve belleri silahsız olan bu insanların fakir oldukları yüzlerinden okunuyordu. Kisra, sarayını en güzel tarzda tefriş etmiş ve huzuruna kabul ettiği müslüman elçilere ne için geldiklerini sormuştur. Heyet başkanı Nu’man, önce İslâm’ı anlatmış ve sonra da şu veciz ifadeyle maksatlarını açıklamıştır: “İki teklif ile gelmiş bulunuyoruz; ya cizyeyi vermek yahut harbetmek.” Bu cevaba çok sinirlenen Kisra, karşısındakileri hakir görerek hakarat etmeye başlamıştır. Bütün milletlerin en sefili ve en fakiri olduğunuzu unutuyor musunuz? Siz değil miydiniz, yemek yediğinde ağzını, bevlettiğinizde bilmem neresini aynı eteği ile silen Araplar? Siz değil miydiniz birbirinize düşüp de size komşu olan valilerimi gönderip yoIa gelmeniz için emir verdiğim eşkiyalar? Bu hakaretleri gayet sükûnet ve vakarla dinleyen müslümanlar adına Hz. Muğîre şu cevabı vermişti:

“Bu zatların hepsi Arap kabile reisleridir. Onların tahammülkâr asâletleri dolayısıyla söz söylemeye ihtiyaç görmüyorum. Fakat söylenmesi icabettiği halde henüz söylenmeyen bazı sözler var ki, ben bunları ifade etmeye çalışacağım. Bizim eskiden fakir ve rezil bir hayat yaşadığımız ve yanlış yol takip ettiğimiz doğrudur. Biz hep birbirimizi yerdik, bu da doğrudur. Kızlarımızı diri diri gömerdik, bu da doğrudur. Ancak Allah bize, en asil ailemizden bir peygamber gönderdi. Önce onu da reddettik, isyan ettik. Ne zamanki onun hidayetine sarıldık, işte bu hale geldik. Peygamberimiz ne derse Allah’ın irâdesiyle söyler ve ne yaparsa O’nun emriyle yapar. Kısaca peygamberimiz bize bu dini bütün dünyaya tanıtmamızı emretti. Bu diııi kabul edenlere kardeş muâmelesi yapmamızı buyurdu. Dinimizi kabul etmeyip cizye verenlere ehl-i zimmet nazarıyla bakmamızı emretti. Bu iki teklifden birini kabul etmeyenlerle aramızda ise hüküm, kılıçdır”. Şimdi düşünelim; sigara gibi küçük bir âdeti küçük bir cemiyette büyük bir hâkim hem de büyük bir himmetle ancak devamlı kaldırabilir. Halbuki Resulullah, getirdiği ahlâk ve medeniyet nizamı ile, inatçı ve mutaassıp büyük milletlerden, görünüşte küçük bir kuvvet ve az bir himmetle, az bir zamanda, bütün kötü ahlâkı kaldırmış ve yerine en güzel ahlâkı dem ve damarlarına kadar yerleştirmiştir. Şu asr-ı saadeti görmeyenlerin Arap yarımadasını gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzlerce filozof ve pedagoglarını alıp oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar. O zatın, o zamana nisbetle bir senede yaptığının yüzde birisini acaba yapabilirler mi?

V- ECDADIMIZIN VELA

DET-İ NEBEVİYEYE GÖSTER-DİĞİ İHTİMAM

Resulullah’ın getirdiklerini bu kısa sohbete sığdırmamız mümkün olmadığını başta söylemiştik. Şimdi de müslüman ecdadımızın velâdet-i nebeviyeye gösterdikleri ihtimam üzerinde kısaca durarak sohbetimize son vereceğiz.

Bin sene âlem-i İslâm’ın bayraktarlığını yapmış olan müslüman Türk milletinin kurduğu en büyük İslâm Devleti olan Osmanlı Devleti, peygamberimizin doğum günü münasebetiyle okunacak mevlidi ve yapılacak tebrikleri, bir çeşit idarî anayasaları olan teşkilât kanunlarında tanzim etmişlerdir. Tevkiî Abdurrahman Paşa Kanunnamesinden öğrendiğimize göre, selâtin camilerinden birinde okutulacak mevlide bütün devlet erkânının katılması mecburidir. Vezirler, şeyhülislamlar ve nihayet sadrazam mihrabda teşrifat kaidelerine göre yerlerini alırlar. Mevlidhânlar müezzin mahfilinde mevlidi okumaya başlarlar. En son Padişah gelir ve kendine has mahfildeki yerini alır. Mevlid dinlenir. “Geldi bir ak kuş kanadıyla revan-Arkamı sığadı kuvvetle heman” beyti söylenince ayağa kalkılır ve bu esnada Haremeyn Şerifinden gelen mektup padişaha arz edilirdi. Sonra padişah, Medine-i Münevvere’den getirilen hurmadan bizzat sadrazama takdim eder ve elden ele bütün misafirleri dolaşırdı. Mevlidden sonra ziyafetler verilir ve ziyafet bitince de Padişah selamlanıp herkes evine dağılırdı. Şer’iye sicillerindeki kayitlardan Mevlid ve Regaib gibi kandillerde, padişahın emriyle selâtin camilerinin kandillerinin yakıldığını ve devlet memurlarına hilâtlar giydirilip hediyeler verildiğini öğreniyoruz. Düzenlenen bu merâsimlere mevlid alayı denirdi. Sultanahmed Camii inşa edildikten sonra, mevlid alayları genellikle burada yapılırdı. Osmanlı Devleti’nin son zamanlarına doğru; bu merasimler terk edilmemişse de eski debdebesini kaybetmiş ve hatta bazen saray içinde yapıldığı da olmuştur.

Dikkat edelim, tarihten ibret alalım. Koca Osmanlı Devleti’nin yıkılması bu manevi temellerinin sarsılmasıyla olmuştur. Bazı tarihçilerin her şeyi maddeye irca eden fikirleri ve bazı devlet adamlarımızın da yarasa bakışlarının tersine, Osmanlı Devleti’nin yıkılması, kendilerini zaferden zafere koşturan gerçek sebep ve yolları unutmalarından kaynaklanmıştır. İsterseniz bu konuyu da tarafsız bir Avrupalının dilinden dinleyelim ve sohbetimize son verelim:
“Şer’-i şerif, Osmanlı Devleti’nde şimdiye kadar tatbik olunduğu gibi uygulanmış olsaydı, bu memleket, asrımızın dûçar olduğu felâketlere ma’rûz olmazdı. Tanzimat sonrası İslâm’ın terkine meyil, devletin yıkılmasına ve hilâl-i Muhammedî’nin küsûfuna alâmetti. Sultan Mahmud gibi bazı devlet adamları, devleti bu kötü halden kurtarmanın çaresini, bazı Avrupa devletlerinin de tahrik ve hatta tehditleriyle Avrupa’ya meyl etmekde gördüler. Bizi taklit etmekten ibaret olan bu yeni meslek, görünüşte gayet güzel görülüyor ise de, kanaatime göre Osmanlı Devleti’ndeki ıslahatın semeresiz kalmasının birinci sebebidir Vâ esefâ, Osmanlı Devleti’nde bulunan bütün kötü hallerin tamamı şer’î şerife isnad edilmiştir. Bu iddiayı ileri süren Avrupa’nın hristiyan devletleriydi. Zannettiler ki, bizim kanunumuzu tatbikden başka çare yoktur. Halbuki kabahat, İslâmiyet’te değil, İslâmiyet’in yaşanmasındaydı. Zira Hz. Muhammed mükemmel bir hukuk nizamı getirmiş olup, hristiyanlık gibi kötü ahlâk ve suiistimallere asla müsaade etmez ve bu konuda İslâmiyet hristiyanlıkla mukayese edilemez.

“Minare Kandillerinin Regâib Gecesi Yakdırılması İçin Mahkeme İ’lâmı Ma’rûz Sultân-ı Enbiyâ Resûl-i Kibriyâ Muhammed’ül-Mustafâ Aleyhi ve Ûlâ `Âlihi ve Ashâbihi Afdalü’t-tehâyâ Hazretleri’nin târîh-i hicret-i `aliyyeleri olan 1179 senesinde vâki’ ve yevmü’s-sebten mazbût Recebi’I-müreccebîn Cuma’-yı `ûlasının leyle-i mergûbe-i mübârekesi olan Regâib gecesinde tefrîh-i kulûb-ı mü’minîn ve mü’minât için minârât-ı cevâmi’-i şen’fe kanâdil ile tezyîn olunmak de’b-i dirin olmakla cevâmi’-i selâtin kayyımlarına işbu leyle-i mübârekede vech-i meşrûh üzere minârât-ı neyyirâtı kanâdil-i nûr-efşân ile müzeyyen ve münevver etmeleri tenbîh olunacağı huzûr-ı `âlîlerine i’lâm olundu. Emir ve fermân hazret-i men lehü’l-emrindir.Fî Recebi’I-mürecceb 6 sene 1179.”

Arz olunur;

En yüce salat ve selâm O’nun ve âile efrâdının ve ashâbının üzerine olsun. Muhammed Mustafa Hazretleri’nin hicret tarihi olan 1179 senesinde meydana gelen ve cumartesi gününden tesbit olunan Receb Ayı’nın birinci Cuma gecesinde -ki mübârek Regâib gecesidir- mü’minlerin gönüllerini hoşnut etmek için cami-i şerîf minareleri kandillerle süslenmesinin usul ve adet olması sebebiyle selatin camileri kayyımlarına bu mübarek gecede açıklandığı şekilde minareleri parlak kandillerle süslemeleri ve ışıklandırmaları tenbih olunacağı yüce makamınıza bildirildi. Emir ve ferman sizlerindir.

6 Receb 1179/1765.

Comments are closed.